3 Eylül 2016 Cumartesi

The Leftovers 1. Sezon İncelemesi

Hayatım boyunca okuduğum kitapların ve izlediğim şeylerin bir şekilde bir anlam ya da bir yol göstermek için karşıma çıktığı gibi garip bir inancım var. Yani nedense hiçbir zaman öyle aylık edebiyat dergilerini ya da gazetelerin kitap eklerini karıştırıp ne, neden çok satmış gibi istatistiklerle okuma listemi şekillendiren biri olmadım. Bir şekilde o kitabın okunma zamanının gelmesiyle karşıma çıkıp hayatımdaki bir şeylere yön vereceğine inandım. Temmuz ortasında Dostoyevski'nin 1866 yılında yayımlattığı Suç ve Ceza'sını okumaya başladım. Bugün bu eserin dünya klasikleri arasında yer aldığını, üzerine yazılmış yüzlerce yazının olduğunu hemen herkes biliyor. Benimse burada kelimelere dökmek istediğim şey bambaşka bir şey: The Leftovers televizyon dizisi.

The Leftovers: Alışmanın Dayanılmaz Ağırlığı


Keskin ve alakasız bir geçiş gibi dursa da The Leftovers ve Suç ve Ceza'nın benim için birçok ortak noktası var. Her şeyden önce hissettirdikleri duyguların paydaşlığı tek başına yeterince sağlam bir argüman. Suç ve Ceza'nın bir yerinde -yanlış hatırlamıyorsam Marmeladov'un ölümünden sonra- şöyle der Raskolnikov: 


"Önce biraz ağladılar, ama alıştılar şimdi. Aşağılık insanoğlu her şeye alışır!"  






İşte bu cümle The Leftovers'ın birinci sezonunun özeti gibidir.


14 Ekim günü ansızın dünya nüfusunun %2'si esrarengiz bir şekilde ortadan kaybolur. (yaklaşık 140milyon insan) Bu noktada distopik bir bilimkurgudan ziyade günümüz modern dünyasına uyarlanmış bir alegori sunar dizi. New York'un Mapleton kasabasında sevdiklerini kaybeden geride kalan insanların hayatlarına devam etmelerini ve de aslında edememelerini konu alıyor. "Deliren babasından" görevi devralan Şerif Garvey ve ailesi, çocuklarını ve kocasını aynı anda kaybeden Nora Durst, rahip Matt Jamison ve tabii ki geride kalanlara sürekli kayıplarını hatırlatmayı görev kabul eden Guilty Remnants grubu... 

The Leftovers temellerini üzerine kurduğu ani ortadan kayboluş olgusunu, bilimkurgu elementlerine başvurmadan dram yüklü bir distopya yaratarak veriyor. "Sudden Departure adı verilen bu ortadan kayboluşla ilgili hiçbir done vermiyor. Uzaylılar tarafından kaçırılma mı, yoksa arafta kalan dini bir olay mı karar veremiyorsunuz ama bir yerden sonra dizi adının hakkını vererek izleyicisini de "arkada kalanların" arasına dahil ederek düşünmesini ve hissetmesini istiyor. Sıkışmışlıkla, aslında nereye gittiklerini bilmedikleri gidenlerden olmamanın verdiği rahatlık hissi arasına gidip geliyoruz. İlk sezon özelinde değerlendirecek olursam, bölümlerin dağınık ve ağır ilerlemesinin yarattığı kasvet izlemesi kolay bir seyirlik sunmuyor.

1. Sezon Temaları: Aile, Din, İnanç ve Sıkışmışlık


Dizinin en iyi yaptığı şey ilk başta da bahsettiğim üzere hissettirmek. Kendi hayatımızda sorguladığımız şeylerden, değer verdiğimiz birçok ögeye kadar üzerine düşündürmeyi ve kendinizi karakterlerle özdeşleştirmenizi çok iyi başarıyor olması. Şerif Garvey'nin gizli gizli içtiği sigara ve yaşadığı tek gecelik ilişkisi günlük hayat içerisinde sıkışmışlığını öyle içten yansıtıyor ki... Aile içerisinde kendini yalnız hissetmesi, çocukları ve karısıyla kuramadığı bağ, giderek kopması aslında sudden departure olayı yaşanmadan önce de aile içerisinde halının altına süpürülmüş olan duyguların ve bağın çoktan kaybolduğunu söylüyor bize. Bu olayda fiziksel olarak kimseyi kaybetmemiş olsa da duyguların uyanışı ve Patti'nin deyimiyle amaçlarını keşfedenler artık bir arada olmanın mümkün olmadığını anlayarak aileden ayrılıyorlar. Tommy'nin ve Laurie'nin evden ayrılması da aslında bir nevi ani kayboluş ve Kevin'in bunu anlaması ve kabullenmesi kolay olmuyor. İnsanın sevdiklerinin değerini birlikteyken anlaması ve bir aradalığın verdiği güven duygusunun sağlamlaşması ne yazık ki bu olaydan sonra pek de mümkün olmuyor. Dizi bu hissiyatı öyle ince ince işliyor ki kendi yaşadıklarınızı da gözden geçirmenizi istiyor. 

Din ve inanç olguları da benzer şekilde işleniyor. Rahip Matt'in yaşadığı her şeyin Tanrı'dan gelen bir lütuf olduğuna olan inancı bir poker masasında kazandığı pullarla tezatlık yaratsa da iyi bir şeye hizmet etme inancı durumu eşitliyor. Guilty Remnants grubunun inancı ise bu noktada bambaşka bir adanmışlığı beraberinde getiriyor, susmak ve arınmak... Dünyevi zevkleri ve arayışları bir kenara bırakan grup alışmayı ve unutmayı kesinlikle reddediyor; diğerlerinin de unutmasına izin vermiyor sürekli hatırlamalarını istiyor. Çünkü içinde yaşadığı modernist, konformist hayat içerisinde insanoğlu için acı unutulmaya yüz tutmak zorunda olan zamana yenik düşmüş bir kayıptan fazlası değil. Nora'nın yaptığı ankette 121. soruya bugüne kadar istisnasız verilen aynı yanıtın altında yatan sebep de bundan kaynaklanıyor. İnsanlar kayıplarına rağmen hayata devam ediyor ama suçluluklarından arınmak için gidenlerin yaşadıkları hayattan daha kötü bir hayatı yaşadıklarına ve daha kötü bir yere gittiklerine inanarak acılarını taze tutmaya çalışıyorlar. Çünkü gittikleri yerin daha da iyi bir yer olduğuna inanırlarsa üzerinden geçen 3 yılın sonunda içlerindeki üzüntüyü taze tutabilecekleri başka bir dal kalmayacak. Bu sebeple kuru anma törenleri, uyduruk heykellerle anımsama çabaları ve sahte kahramanları yaratıp onları olmadıkları birer insan gibi hatırlamaya ihtiyaçları var. 

Dizi yüksek bütçeli bir HBO serisi olmasına rağmen bağımsız Amerikan filmleri andıran bir kurguyu hissettiriyor yer yer. 2014'te yayınlanan ilk sezon Tom Perrota'nın aynı adlı romanından uyarlandı. İkinci sezonda bambaşka bir kurguyla bambaşka bir konuyla -ama aynı oyuncularla- devam ediyor. Henüz ikinci sezonu izlemediğim için nasıl olduğu hakkında bir bilgi veremesem de ilk sezonu en iyi anlatan şeylerden biriyle kapanışı yapmak istiyorum:



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder